Zor bir yılı geride bıraktık.
Türkiye Eczacılığında son yıllarda zaten bir alt üst oluş yaşanıyordu. 2010 ise bazı açılardan tam bir kargaşa dönemi oldu.
“MEDULA-KAREKOD” derken, kamu iskontolarında yapılan değişiklikler, aile hekimliğine geçiş, ilaç fiyatlarının hesapsız kitapsız düşürülmesi, e-rapor uygulamaları gibi daha pek çok iş ve işlem içinde boğulduk. Yanlış anlaşılmasın; yeni uygulamaların bazısının gerekli ve yararlı olduğunu biz eczacılar herkesten önce savunduk, savunuyoruz. Ne var ki, yeterli altyapı oluşturulmasına fırsat verilmeden getirilen yük, bizi birer “bilişim uzmanı”na çevirdi. Çoğumuz bilgisayarın başından kalkamadık bile. Eczaneyi bir kayıt bürosuna çeviren uygulamalardan bunaldık.
Diğer yandan, neredeyse bakkallarda ilaç satışı bile önerilmeye başlandı. Zaten iş ve işlemlere boğulan, tahsilat memurluğuyla görevlendirilen eczacı bu uygulamalarla hastadan iyice koparılıyor. Eczacıya bugün biçilen rollerin onu hastadan uzaklaştırmaması gerektiğini sesimizin ulaştığı yerlere kadar duyurmaya çalışsak da kamu otoritesi çoğu kere bildiğini okumaya devam etti.
Oysa bütün dünyada temel görevimiz, hekimden gelen hastaya çözüm bulmak, onun bir an önce sağlığını geri kazanmasına yardım etmektir. Hastayı soğuk bir
“al-ver” ilişkisiyle evine gönderemeyiz. İlaç uygulamasında hastanın tam ve açık biçimde bilgilendirilmesini ihmal etmek ağır bir görev kusurudur.
Fakat umutsuz olmaya hakkımız yok. Kendi eczanelerimizi ayakta tutmaya çalışırken mesleğin de her türlü darbeye karşı dimdik durmasını sağlamak herkesten önce bizim görevimizdir. Türkiye, şimdi böyle bir yol ayrımındadır; eczacının yükü mesleğinin varoluş gerçeğiyl